Türkiye siyasi, ekonomik ve küresel boyutları olan bir krizin içerisinde debeleniyor. Bu krizin yol taşlarının yerel ayağını AKP politikaları döşedi. Bizzat AKP Genel Başkanı Erdoğan'ın katkısıyla krizin boyutları asimetrik bir şekilde derinleşmektedir.
Şu an içinden geçilen kriz sürecinin en temel dinamikleri "küresel ekonomik eğilimlerdir." "Merkez ülkelerin" Asya'ya karşı kendilerini "korumaya" almaları, faiz ve gümrükleri yükseltmeleri "serbest ticaret mitini de" çürütmüştür. Neo-liberal siyaset ve ekonominin bir omurgası yoktur zaten. Ancak aynı küresel ekonomik eğilimlerden her ülke aynı şekilde ve oranda etkilenmiyor. Mesele "Filler sevişir, çimler ezişir'in" ötesinde bir hal almış durumda.
Kendisi işçiler, kadınlar ve doğa açısından zaten bir kriz hali olan kapitalizmin "yamak ülkelerinden" olan Türkiye'nin; (1) sistematik bir şekilde dış ticaret açığı vermesi, (2) dış borçlanmaya dayalı bir üretim ve tüketim modelini seçmesi ve (3) hukuk devleti ilkesini son 3 yıldır askıya alması nedeniyle krizin boyutlarını ölçmek zorlaşıyor. Bu üç madde üzerinde herhalde bir konsensüs vardır ve her biri, krizin etkisini derinleştirmede olağanüstü tesirlidir.
Olağan üstü demişken Türkiye cari eko-politik krizinin temellerini OHAL'de attı. Bizzat Erdoğan'ın imzasıyla kamu kurumlarından 130 bin insan hiçbir hukuki gerekçe sunulmadan işten atıldı. Kayyum atamaları ve siyasetçilerin tutuklanması yerel ve genel seçimlerin "zorla iptal edilmesiyle" sonuçlandı. OHAL'de referandum ve seçim yapılması başlı başına bir şaibe doğurdu. Brunson dahil onbinlerce "kişi" hukuksuz ve haksız sürelerle gözaltına alındı, tutuklandı ve haklarında yılları aşan sürelerle bir iddianame bile hazırlanmadı. En temel haklar olan ifade hürriyeti, toplantı ve gösteri yürüyüşleri, grevler keyfi bir şekilde engellendi.
Olağan üstü demişken Türkiye cari eko-politik krizinin temellerini OHAL'de attı. Bizzat Erdoğan'ın imzasıyla kamu kurumlarından 130 bin insan hiçbir hukuki gerekçe sunulmadan işten atıldı. Kayyum atamaları ve siyasetçilerin tutuklanması yerel ve genel seçimlerin "zorla iptal edilmesiyle" sonuçlandı. OHAL'de referandum ve seçim yapılması başlı başına bir şaibe doğurdu. Brunson dahil onbinlerce "kişi" hukuksuz ve haksız sürelerle gözaltına alındı, tutuklandı ve haklarında yılları aşan sürelerle bir iddianame bile hazırlanmadı. En temel haklar olan ifade hürriyeti, toplantı ve gösteri yürüyüşleri, grevler keyfi bir şekilde engellendi.
Diğer ülke yurttaşlarının uluslar arası ve evrensel hukuka aykırı bir şekilde gözaltına alınıp tutuklanması Türkiye'nin Almanya, Amerika, Fransa, Hollanda ve Avusturya gibi ülkelerle kriz yaşamasına "gerekçe" oldu. Ama yaşanan bu eko-politik krizleri bu diplomatik nedenlere indirgemek Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarını görmemizi engelliyor.
Sadece Ağustos ayı içerisinde yaşanan "Kur Krizi" Türkiye'nin işsizliğini, faizini, enflasyonu ve tabi ki borcunu dramatik bir biçimde arttıracak. Türkiye'nin kısa vadeli dış borçlarını ve cari açığını karşılama maliyeti maalesef çok hızlı bir şekilde artmaya devam ediyor. Borçlarının % 90'a yakını dolar ve euro endeksli olan Türkiye borçlarını ödeyebilmek için yeniden borçlanacak. Ancak hem kur krizi hem yükselen CDS primleri ve faiz oranları bu süreci sıkıntılı hale getirdi.
Erdoğan başta olmak üzere AKP'li siyasilerin yıllardır söylenegelen tekrarları çözüm diye sunmaları ise krizi psikolojik boyutuyla derinleştiriyor. Ekonomik aktörlerde günden güne güvensizlik içindeki beklenti hali borç ödeme vadeleri yaklaştıkça yerini karamsarlığa bırakıyor. Resmi verilerle güven endekslerinin tepe taklak aşağı gittiği ağustos ayında makro ihtiyati tedbirler (MİT) olarak sunulan girişimler geçici etkide bulunmuş ve kur 10 Ağustos çıkışını yeniden tekrar etme eğilimine girmiştir. Ortada işe yarayan bir MİT yok. OVP çıktı çıkacak denilip dururken kur neredeyse % 50 arttı. Hangi kuru esas alan bir planlama olacak?
Üretici enflasyonun % 25-30 bandına yükselmesi, özel bankaların kredi vermekten çekinmesi, bütçe açıklarının imar-vergi vb. aflara rağmen artması, dış ticaret açığının turizme rağmen genel bir azalış eğilimi göstermemesi yıllık bazda cari açık ve bütçe açığının rekora doğru ilerlemesi tüm ekonomik aktörlerin hareketlerini "dondururken" ciddi bir oranda dolarizasyona da neden olmaktadır. 3 Eylül'de açıklanacak enflasyon oranları gidişatın yönü hakkında daha net bir fikir verecek.
Üretici enflasyonun % 25-30 bandına yükselmesi, özel bankaların kredi vermekten çekinmesi, bütçe açıklarının imar-vergi vb. aflara rağmen artması, dış ticaret açığının turizme rağmen genel bir azalış eğilimi göstermemesi yıllık bazda cari açık ve bütçe açığının rekora doğru ilerlemesi tüm ekonomik aktörlerin hareketlerini "dondururken" ciddi bir oranda dolarizasyona da neden olmaktadır. 3 Eylül'de açıklanacak enflasyon oranları gidişatın yönü hakkında daha net bir fikir verecek.
AKP Genel Başkanı Erdoğan'nın dünkü "Alternatifsiz değiliz"" açıklamasından sonra kurun yukarı yönlü yeniden hızlanması sadece iç siyasi etki ile açıklanmaz artık. Küresel eğilimleri görmeden yapılan bu ve benzeri "Erdoğan açıklamaları" krizi derinleştirecektir. Erdoğan başta olmak üzere AKP'liler , krizi "ABD'nin Türkiye'ye yönelik yaptırımı" olarak değerlendirmek gibi yanlı-Ş bir analiz içindeler. Bu minvalde yapılan her muğlak ve eksik açıklama sadece kaygı, güvensizlik ve kriz ortamını pekiştiriyor. Ekonomik aktörler reel olarak kendini koruyabilme derdindeler. AKP'nin millliyetçilik ile pansuman etmek istediği kriz asgari ücretin reel düşüşü, iflaslar ve astronomik zamlardır.
Ağustos bültenlerine (Beklenti anketleri, Sanayi Üretimi, Kısa Vadeli Dış Borç ödemeleri ...) yansıdığı şekliyle bu kötüleşen eğilimler gösteriyor ki;
- 2018'in son çeyreği ve 2019 yılının tümü derin bir çöküş ve yoksullaşma dönemi olacak. Gini kat sayısı artacak.
- Türkiye'de ortalama kişi başına düşen gelir yine 6 bin dolar seviyesinin altına doğru düşecek.
- Türkiye'nin ekonomik büyüklük sıralaması nüfusu 17 milyon civarında olan Hollanda'nın altına inecek.
- 2019 Yılı içerisinde % 40'lı enflasyon oranları, % 20'li reel işsizlik oranları ve % 50'li faiz oraları ile karşılaşacağız.
Alternatifsiz değiliz diyen siyasetçilerin bu alternatifi net ve hızlı bir şekilde kamuoyu ile paylaşması ve toplum % 99'una zarar veren bu süreci durdurması gibi bir sorumluluğu var. 24 Haziran seçimlerinin "gelen" ekonomik kriz nedeniyle erkene alındığını ifade edenlere karşı, böyle bir durumun olmadığın söyleyenleri, zaman yalancı çıkarmıştır. Önümüzde yerel seçimler var. Bu süreçte genel seçimlerden önce uygulanan "seçim ekonomisinin" devam ettiğinin işaretleri ortadadır. Kamu bankaları üzerinden yapılan "yandaş kurtarma operasyonlarının" maliyeti çok yakın vadede tüm topluma çıkacaktır.
İktisatta en önemli konulardan biri "Alternatif Maliyettir". Her zaman bir alternatifiniz vardır. Elinizdeki kaynakla alternatifler arasında birini seçerken diğerinden vazgeçersiniz. Örneğin S-400 füzesi almak yerine 35.000 öğretmen istihdam etmek, 15.000 doktor istihdam etmek, tam teşekküllü 22.000 kreş açmak seçeneklerinden birini seçebilirsiniz. Bu alternatifler elbette çoğaltılabilir. Hatta genel hatları ile bütçe kanunu aynı zamanda bir alternatif maliyet metnidir. Güvenlik/savunma ve militarizm harcamaları eğitim/sağlık ve barış politikaları ile değişebilir.
Türkiye ekonomisinin krizine neden olan beton/inşaat ekonomisinde bir alternatif olarak ısrar "yüksekten çakılma" etkisi gösterecektir. Siz bir Ağustos gününde serinlemek için bir suya atlamak amacındayken ne kadar yüksekten atladığınızın farkında değilsiniz. Hayaller 2023, gerçekler 2003 bile değil artık. İnşaatı seçip tarım ve sanayiden vazgeçmek bir alternatif maliyet meselesidir. Cümleten geçmiş olsun.