7 Haziran 2019 Cuma

KRİZ VE BAYRAMIN SONU...

 
Van’ın sokakları son bir haftadır bayram yoğunluğu ile taşıyordu. Kaldırımlarda yürümek, geceleri bir yerde oturmak bile güçleşti bazen... İnsanların alış-veriş heyecanı ve özellikle çocukların bayramlıklara bakışı ve mutlulukları görülmeye değerdi. Bu nedenle bile çocuklar için bayramlarla dolu bir dünya dilemek her vicdan sahibinin gayesinde olmalıdır. Ancak maalesef tüm çocuklar için dünya bayram yeri değil başta yerinden edilmiş mülteci çocuklar olmak üzere, göç ettirilen, çocuk işçi olarak çalıştırılan ve en yaygın şekliyle yoksulluk içinde yaşayan çocuklara bayram çok uzakta. Hayır hasenat işlerine buralardan başlamayanları ise ilgili yerlere havale ediyorum.

Bayram geçici ama “insanlık krizi” kalıcı görünüyor. Bu yazıda Türkiye’deki gelecek kuşakların ne kadar risk altında olduklarına dair verileri sunmaya çalışacağız. Bilindiği üzere krizde olan Türkiye ekonomisi, Saray Rejimi’nin 24 Haziran seçimleri sonrasındaki politikaları nedeniyle çok boyutlu ve daha derin bir krize girmiştir. Sadece bir yıl içerisinde aşağıdaki her şey gerçekleşti. Sadece ekonomik boyutuyla baksak bile bu iklimde bayramın tadı kaçmış durumda.

  • Türkiye’de Resmi işsiz sayısı bir yılda 1,4 milyon kişi arttı. 811 bin kişi işini kaybetti. İşsiz sayısı cumhuriyet tarihinin rekorunu kırdı. Yani bu yıl üniversite mezunu olmak kadar talihsiz bir durum olamaz. Bu durumda hayat nasıl bayram olacak?

  • Türkiye’de enflasyon oranı Tüketiciler için % 10-11 bandından % 19-20 bandına, üreticiler için ise % 13-15 bandından % 28-30 bandına yükseldi. Ne yurttaşlar ne sanayici, çiftçi veya her kim ki bir şey üretmek istiyorsa bu zam bayramından muaf değil. Maliyet enflasyonu tüm hanelere ve işletmelere yağmur gibi zam yağdırmaktadır.
  • Türkiye ekonomisi geçen ramazandan bu ramazana daha belini doğrultamadı. GSMH 2018 yılının 3. Çeyreğinde (% 1,8) son çeyreğinde (% - 3) daraldı. 2019 yılının ilk çeyreğinde ise büyüme yine negatif (-2,6) oranında oldu. Bu eğilimin 2019’un diğer çeyreklerinde de devam edeceği tahmin ediliyor. Bu durumda kişi başına düşen gelir 10.500 bandından 8.500 bandına düşecek gibi. Gelir dağılımda adaletsizlik bu 8500 dolarında eşit dağılmadığını göstermektedir.
  • Dolar kuru 4,50-4,60 bandından 6,00 bandına yükselmiştir. (bu süreçte 7,24 seviyesine bile çıkmıştı.) Ülkede her şey “dolere” olmuş durumda. Dolarizasyon oranı % 55’e yükseldi.
Türkiye’nin yurttaşları ne AKP’ye ne de Türk Lirasına güvenmiyor. Yurttaşlar emeklerini, birikimlerini muhafaza etmek için TL dışındaki dövizlerde tutuyor. AKP’nin TL’yi değersizleştiren politikaları dolarizasyonu teşvik ediyor. Bu durum yüksek faizli ve yatırımsız bir ülke ortaya çıkardı. AKP güya faiz karşıtı bir parti söyleminde iken rantın, faizin, tefeciliğin taşeronu bir partiye dönüşmüştür.

  • Bütçe açığı 12 aylık bazda 100 milyar TL’yi geçti.  Yüzde 2 bandında olan açık oranı % 3,5’a kadar yükseldi. Gösterge faiz oranı % 20 bandının altından % 25 bandının üzerine çıktı. Halktan topladıkları vergi sarayın sofralarına yetmiyor. Örtülü ödenekten milyonlar harcanıyor yine yetmiyor. Bütçe açık veriyor. 4 ayda 55 milyar açık verdi bütçe. Niçin çünkü sarayın yandaş ihaleleri eskisi gibi işlemiyor. Yandaşları halkın vergisiyle fonlamak eskisi kadar kolay değil.

  • Ekonomi güven endeksi 95 bandından 75 bandına, tüketici güven endeksi ise 65 bandından 55 bandına düştü. Toplum ve ekonomi aktörleri ne AKP’ye ne de ekonomi paketlerine inanıyor. Güven endeksleri 2001 yılı   düzeylerine inmiş ve geleceğe, yatırıma, üretime ve istihdama dair karamsar bir durum AKP eliyle ortaya çıkarılmıştır. 

  • Ekonomi çöker tekrar düzelir. Siyasal tarihe bakınca ne partiler, kişiler, diktalar, gelip geçmiş. AKP’nin çöküşü de ta 7 haziran 2015 seçimleri ile başlamıştır zaten. Siyasal ve ekonomik durum dışında denizdeki balıklar gibi toplumun mensubu gibi tüm canlılar ümidimiz ve ümitsizliğimizin kaynağı. Bu kriz ortamında bile ümitli olmamızı sağlayan, mutluluğu ve saflığı bize her koşulda gösteren çocuklara teşekkürler. Tüm çocuklara özgür bayramlar dilerim.  

9 Mayıs 2019 Perşembe

AÇLIK SINIRININ ALTINDAKİ TOPLUMUN SEÇİMİ NE OLABİLİR?


AÇLIK SINIRININ ALTINDAKİ TOPLUMUN SEÇİMİ NE OLABİLİR?
Meşruiyetini halktan alamayan iktidarların, siyasal meşruiyetini sadece rıza ile sağlayamadığı ve örgütlü bir zorla desteklemesi gerektiği bilinen bir durumdur. Bu iki unsur (Rıza ve Zor) arasında da iyi tutturulması gereken denge, tüm siyasal iktidarlar için varsayılır. Görece demokratik ülkelerde halka karşı, zordan ziyade halkın inşa edilmiş rızası için, siyasal ve ideolojik araçlar kullanılır. AKP için 7 Haziran’la başlayan meşruiyet aşınması ve bir türlü inşa edilemeyen rızanın boşluğu; olağandışılaşan hukuk, sokak yasakları ve askıya alınmış temel hak ve hürriyetler, kayyum atamaları şeklinde yani zorun gücüyle doldurulmaya çalışılıyor. Siyasal iktidara “Allah’ın lütfu olarak sunulan” bu zor kullanım fırsatı, en çok da emekçilerin kazanılmış haklarını geriletmek, işsizliği arttırmak, reel ücretleri düşürmek ve bağımlılık oranı yüksek bir yoksulluğu inşa etmek için kullanıldı. AKP, öncesindeki darbe dönemi siyasi iktidarlarının yerine getirmeye çalıştığı “işsizlikle terbiye edilmiş emek düzeni kurma görevini” en örgütlü ve güçlü şekilde yerine getirebilen parti oldu. Bunu da 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar “olağan hukuk içerisinde” kalarak “başardı.” Sonrası malum; ihraçlar, yasaklanan grevler, artan işçi cinayetleri…
Türkiye gibi “olağan hukukun dönem dönem askıya alındığı”, ekonomik, siyasal ve sosyolojik yapısal krizlerin yeniden üretildiği ülkelerde, “kelimenin gerçek anlamıyla can alıcı gündemler” artık herkesin adlandırmasında uzlaştığı “havuz medyası” marifetiyle gözlerden ve gönüllerden ırak tutuluyor. Söz konusu ülkede, her sabah işe gitmek niyetiyle evden çıkan en az 6 işçinin, akşam tabutu evine gönderiliyor. İş cinayetlerinde yaşamını yitirenlerin resmi olarak kaydını tutan bir kurum yok. Aynı kayıtsızlık meslek hastalıklarından çalışma saatlerine, güvencesiz çalışmadan mobinge, ücret gaspından emeğe yönelik işlenen tüm suçlarda var. Olağan koşullarda işçi, işveren ve kamu şeklinde ayrışan emek alanı için “kamunun ve kamusallığın buharlaştığı” bir dönemin içinden geçiyoruz. Haksızlığa uğrayan emekçilerin basın açıklamalarından grevlere uzanan tüm hak arayışlarına karşı “biber gazından copa uzanan kamusal hizmetler” halktan toplanan vergilerle finanse edilmektedir.
Bu süreçte kamudaki istihdamın “üniformalılaştırılması, sözleşmelileştirilmesi ve güvencesizleştirilmesi” 12 Eylül 1980’den başlayan 15 Temmuz 2016’da “Allah’ın lütfuna dönüşen” darbe fırsatçılığının ürünü oldu.  Kamuda yaşanan tasfiye, özelleştirme, bütçe hakkının gasp edilmesi ve meclislerin (hem yerel hem de genel) etkisizleştirilmesi ve dolaylı vergi oranlarının sürekli artması ortaya yoksulluk sınırının altında yaşayan bir toplum çıkardı. Bugün Türkiye halklarının özellikle de Kürtlerin yoksulluk sınırının altında tutulması, söz konusu darbe mekaniğinin hedefidir. Özellikle 2008 ekonomik krizinden sonra, AKP’nin tüm politikaları bu yoksullaştırma siyasetinin uzantısı şeklinde oldu. 2023 Hedefi yedek işsizler ordusunu ortaya çıkartmak ve ülkenin rekabet gücünü ucuz işgücü üzerinden kurmaktır.
Bu hedefle, AKP halkın yoksullaşmasıyla sonuçlanacağı çok açık olan birçok politikayı taammüden uyguladı. Karşı çıkma potansiyeli olan tüm toplumsal kesimlere yönelik de hukuk dışı birçok uygulamaya imza attı. Yandaş medyası gibi emek karşıtı “sendikalarını da” inşa etti. İş hukuku müfredatı ve mevzuatından “emek kelimesini” ihraç etti. Yani AKP’nin “en büyük sermayesi” yoksulluk ve işsizlik üretmesi oldu. AKP eliyle halen de yürütülen “ulusal istihdam stratejisinin hedefi” işsizliği arttırmak ve yoksulluğu derinleştirmektir. Gelinen aşamada bu hukuksuzluk ve açlık sınırının altında, bir toplum ortaya çıktı. Hukuksuzluk boyutu bu yazının kapsamını aşsa da açlık sınırının boyutları son açıklanan verilerle ortadadır. Bir demet veri ile açlık sınırının altındaki Türkiye toplumunun çerçevesi çizilebilir. 
82 milyon nüfusun yaşadığı ülkede ücretsiz aile işçileri hariç istihdamda olanların sayısı sadece 25 milyon bandındadır. Yani 1 kişi çalışıp kendisi dahil 3 kişiyi geçindirmek zorunda kalıyor. Yine 15 yaş üzeri 30,8 Milyon kadından sadece 6,8 Milyonu tarım dışı alanda bir iş bulabiliyor. Yani ülkede zaten düşük olan bir işgücüne katılma oranı (yüzde 52,4) ve ondan daha düşük bir istihdam oranı (yüzde 45,4) mevcut ve tüm göstergelerde kadın verileri daha olumsuz bir durumda.
Asgari ücretli çalışan 7 milyon kişinin ücreti açlık sınırının altında kalırken, sigortasız çalışan sayısı ilk defa AKP döneminde 10 milyon sayısını aştı. Her 4 gençten 1’i iş aramaktan vazgeçmiş durumda ve üniversiteli işsiz sayısı ülke tarihinde ilke defa AKP döneminde milyonlarla ifade ediliyor. Resmi işsiz sayısı 2018 sonu itibariyle 4,6 milyon bandına aştı. TÜİK’in ve İŞKUR’un işsiz saymadığı milyonlarında dahil edildiği geniş tanımlı işsizler ise 7 milyon bandını aştı.  Özetle 82 milyonun sadece 25 milyonu ücretli bir işte çalışırken alınan ücret ve çalışma koşulları nedeniyle çalışanlar bile “insan onuruna yakışır bir yaşamın koşullarına” baskın çoğunlukla sahip olamamaktadır. Söz konusu her sayının bir insanın yaşamına tekabül ettiği bu yoksullar ülkesinde, toplumun yoksullaştığı TÜİK yoksulluk verileriyle bile teyit edilmektedir. Evrensel yoksulluk ölçeklerinden olan Gini katsayısı son 4 yıldır artışına devam etmektedir. Yine son bir yılda SGK sigortalı istatistiklerinde azalış veya milli gelirden ücretlilerin aldığı paydaki düşüş, AKP yoksullaştırma siyasetinin devamıdır. Kişi başına düşen gelir 6 yıldır azalarak yeniden 2008 yılı seviyesine yeniden dönmüştür.
Bitirirken 2018 yılında 1 milyon kişiye iş adı altında “istihdam seferberliği” başlatan AKP, yıl sonunda 1 milyon 11 bin işsiz artışına imza atan politikalar uyguladı. 2019 yılı için “istihdam seferberliğinin hedefi” ise 2,5 milyon istihdam olarak açıklandı. Yani 2019 yılında işsiz kalacak kişi sayısı en az 2,5 milyon kişi olacak. Sandıktan istediği sonucu alamayan AKP için 1 Nisan tarihi itibariyle yeni bir kemer sıkma dönemi başlamıştır. Ekonomik krizin yol taşları 24 Hazirandan önce AKP eliyle özenle dizilmişti. 31 Mart 2019’da açlık sınırının altında yaşayan bu toplumun seçmenleri; yani 7 milyon işsiz, 10 milyon sigortasız, 3 milyon ücretsiz aile işçisi, 30 milyon kredi borçlusu ve bir bütün olarak çift haneli enflasyon ve faiz oranı altında yoksullaştırılan kitlenin mensupları “bir seçim yaptı”. AKP iktidarının süresi ile yoksullaşmanın derinleşmesi arasından birebir bağlantı olduğu artık açığa çıkmıştır. Seçmenlerin verdiği mesaj iktidar tarafından gerektiği şekilde alınmamıştır.  


3 Mayıs 2019 Cuma

HDP'nin Çığlığı, Levent Gültekin'in Çiğliği

Az sonra 177. gününe girecek olan Leyla Güven'in açlık grevi üzerine 176. gününden yazı yazan Levent Gültekin'nin "buyurmasına" yanıt vermeye gerek var mı yok mu diye düşünürken böyle bir yazı ortaya çıktı. Kamuoyuna verdiğim rahatsızlıktan dolayı baştan özür dilerim ama bu sığlığı, yüzeyselliği ve çiğliği ifade etmeden geçemeyeceğim. 

Başımıza her konuda guru kesilen söz konusu şahsın, açlık grevleri sürecinde HDP'nin yaptıklarından habersiz olması veya HDP'ye yapılanlara habersiz olması yine özrü kabahatinden fazla bir durum olmalıdır. Haberliyse bu ne yazı!

Açlık grevi kararının HDP genel yönetimi tarafından alınmamış olmasını bilmiyor olamaz Gültekin.

Haksız yere ceza evinde tutulan ve seçilmiş HDP'li bir milletvekili tarafından başlatılmış olmasını da. Yeri gelmişken "o millet vekili" Anayasaya göre "Türkiye milletvekilidir."

Kendisinin de hem nalına hem mıhına vurmak için "E canım tecrit de zaten hukuka aykırı, devlet de zaten bildiğimiz devlet" dediği nedenle bu sürecin başlamış olmasına dair, büyük gurunun karın gurultusu dışında bir ses çıkardığını görmedik. Karnından değil, uzun yazılarıyla bu konuya dair ne yapacağını/yazacağını kıymetli kamuoyuna aktarması gerekmez mi? Yoksa bir sonraki Cumhurbaşkanlığı seçim adaylığı için yaptığı hazırlıklardan dolayı vakit mi bulamıyor!

Süreç başladığı günden bu yana HDP'nin neredeyse her an ve her programda söz konusu sürecin risklerine, yaşam hakkının kutsallığına dair çabaları, açıklamaları ve etkinlikleri/eylemlerinin kesintisiz sürmesi nasıl görülemez ki. Bu konuda yazı yazacaksa insan, Milletvekili olmasına rağmen fiili dokunulmazlığı kalmayan Saliha Aydeniz, Ebru Günay ve Remziye Tosun'a yapılan muameleyi mi görmez? Yoksa onları yürütmeyeceğini söyleyen iktidarı mı? Hiçbir şekilde hiçbir soruya yanıt vermeyen Meclisi mi? Hangi birini görmez. Görmeden nasıl yazar!

Yazının ve yazarın en temel sorunu; HDP'li seçilmişlerin konuya dair en ufak açıklamalarının dahi nasıl illegal bir şekilde bastırıldığına tanık olması ve bu konuyu susarak geçiştirmesidir. Gültekingillerin söylediklerinden çok "sustuklarına" bakmamız gerektiğini bu süreç bir kere daha öğretmiştir. Bu konuda yalnız olmadığını biliyoruz. 

Yazının en ahlaksız kısmı ise; Demirtaş, Yüksekdağ, Kışanak, Baluken.... binlerce seçilmiş kişi "içerde" iken "HDP’ye meşru siyaset zemini bırakılmamasına" yazarın savurduğu gerekçelerdir. HDP için "içerde kalmak diye" başlayan cümlelerde, mantık ve vicdan vb. arayan kısımda, yazar serbest bir savrulma kıyasına girişmektedir. Hızını alamayan gurumtrak, arada AKP'yi de aynı yöntemle uyardığını ama gel gör ki kimsenin kendisini dinlemediğini de "çıkarıveriyor." 

Yazıyı bitirirken PKK'yle devlet arasında varsaydığı "şaibeli çıkar ittifakı" yazının en absürt ve yıllardır duyduğumuz ama hiçbir işe yaramayan tezine ise diyecek tek bir kelime yoktur artık. Bu saçmalık üzerine başka söz etmeden yazarın son yanlış tespitine geçelim ve büyük harflerden oluşan ego sorununa son verelim. 

"HDP’deki oy kaybı da bu çaresizliğin, çözümsüzlüğün neticesi." diye bitirilen yazı ile başlık arasındaki kopukluk ve saygısızlık, yazının ruhunu gösteriyor. HDP'nin politik önceliklerinin neler olduğunu, tecritin bu politik önceliklerin neresinde durduğunu, yaşanan kriz de dahil ülkenin en temel meselelerine HDP'nin nasıl ve hangi çabayla yaklaştığının görülebilmesi için, Gültekin'in Düzce'de anaların sırtına vurulan copa, Diyarbakır'da yerlerde sürüklenen annelere yapılan muamaleye iki kelam etmiş olması gerekmez miydi? 

Kendi fanusundan dünyaya ahkam kesmeye değil, açlık grevinde olan 4 HDP'li milletvekilinin gözünden cezaevlerine bakabilseydi öyle tepeden tepeden yazıyı yazmazdı Gültekin. HDP'deki oy kaybı diye cümle kuracaksa bir kişi bunu böyle bir yazıda kurmamalıdır. Çünkü HDP'nin oy kaybının en son nedeni bile açlık grevleri olamayacağı gibi, HDP'nin oy kaybının olup olmadığı da tartışmalıdır ama guru böyle buyurmuş!

Bitirirken şunu da ifade edeyim; buyurgan gurunun tüm yazı ve konuşmaları zaten bu tonda. Ancak 8 insanın yaşamını yitirmesini ve "binlerin sözünü" çarpıtmanın bir anlamı yok. Herkes, yaşamı üzerine en son sözü söyleme ahlakı ve cesaretine sahip olsaydı, başkalarının bu yöndeki seçimine saygı duyar ve ölümden yana saf tutmazdı. Gültekin'in yazısının tarafı net bir biçimde yaşam değildir. Gültekin yazısını yaşam hakkını koruma güdüsüyle yazmamıştır, onun derdi herkesimin mavi boncuğunu ipliğe dizmektir.  

Ama biz biliyoruz ki Leyla Güven sadece Hakkari Milletvekili değildir. Leyla Güven Türkiye'dir. Sağlığı da Türkiye toplumunun sağlığıdır. Leyla Güven'in şahsında kaybedilen her an, geçen her gün barışsızlığı besler. "Tecritin hukuksuz olduğunu söylemek" "Leyla Güven Haklıdır" demektir. Ortada haksız bir tecrit ve ona itiraz eden insanların çığlığı ile susan insanlar var. Gültekin'in bu yazısı çığlığın değil kendi çiğliğinin safındadır. 







23 Nisan 2019 Salı

600 Gündür OHAL Komisyonunda Bekleyen Dilekçem


KONU: 12 Temmuz 2017 tarihinde 31122 Sayılı Resmi Gazetede Yayımlanan “Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonunun Çalışmasına İlişkin Usul ve Esaslar” gereğince Başvuru Formuna ek dilekçemdir.
06/01/2017 tarihine kadar İŞKUR Genel Müdürlüğünde İstihdam Uzmanı olarak görev yapmakta iken 06/01/2017 tarihinde yayınlanan 679 Sayılı KHK ile “olağan hukuka aykırı” bir şekilde kamudaki görevimden ihraç edildim. İddia edildiği gibi ““terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olma” şeklinde bulunacak herhangi bir davranışım söz konusu değildir. Bu nedenle 13 yıllık kamu hizmeti hayatımda herhangi hukuksuz bir işleme imza atmadığım gibi herhangi bir idari soruşturmaya da tabi tutulmadım.
İhraç edildikten sonra Kurumuma yaptığım başvuruya rağmen tarafıma herhangi bir ihraç gerekçesi bildirilmemiştir. Kamu Emekçileri Konfederasyonu’na (KESK) bağlı Büro Emekçileri Sendikası (BES) İşyeri Temsilciliği görevini yürüttüğüm için haksız, hukuksuz ve gayrimeşru bir şekilde ihraç edildiğimi düşünmekteyim. Anayasa ve yasalarla, ülkemizin altında imzası bulunan uluslararası sözleşme ve anlaşmalarla güvence altına alınmış bulunan sendikal hak ve özgürlükler ile ifade özgürlüğünü kullanmam suç olarak görülemeyeceği gibi ihraç edilmeme de gerekçe yapılamaz. Sendikalara üye olmanın aidatının Devlet tarafından ödendiği göz önünde bulundurulmalıdır.
11 yıldır görev yaptığım İŞKUR’da 6 Ocak Cuma Günü akşamı ek mesaiye kalmıştım. Akşam 7 gibi işten çıktım, 9 gibi işten atıldığımı arkadaşlar arayıp söylediler. Olağan hukuka açıkça aykırı olan bu işlemden önce hakkımda açılmış olan ve devam eden herhangi bir idari soruşturma yoktur. Tüm çalışma hayatımda tarafıma verilen tek disiplin cezası bir uyarı cezasıdır onun da karşı davası idari yargı üzerinden devam etmektedir. Yine ihraç edilmeden önce herhangi bir açığa alma, ifade veya savunma alma işlemi de yapılmamıştır. Ne isnat gösterilerek işten atıldığımı geçen 224 gün içerisinde de hiçbir şekilde öğrenebilmiş değilim.
KHK marifetiyle ihraç edilmek gibi ağır bir ceza ile cezalandırılmam, şekil, konu, sebep, amaç, yetki yönünden hukuka aykırı, öngörülemez ve orantısız bir cezadır. Böyle bir ayrımcılık yaptırımına maruz kalacak herhangi bir hukuk dışı fiilim, davranış tarzım ve düşüncem bulunmamaktadır. Her şeyden önce Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk devleti olduğu ifade edilmektedir. Hukuk devleti niteliğine sahip bir ülkede ihraç edilmemi gerektirecek bir durum söz konusu ise ve isnat edilen herhangi bir fiil disiplin yönünden ceza gerektiriyor ise hakkımda usulüne uygun başlatılan bir soruşturma yürütülmesi, soruşturma kapsamında ifademe başvurularak aleyhime olan delilleri çürütme ve lehime olan delilleri ileri sürme imkanı tanınması, soruşturma sonucu fiilime karşılık gelen disiplin cezasının teklif edilmesi, teklif doğrultusunda savunmama başvurulması, savunmam sonucu olumlu çalışmalarım ve sicil durumum gözetilerek bir ceza tesis edilmesi/edilmemesi ve cezaya karşı itiraz hakkı ve dava açma hakkının tarafıma tanınması gerekmektedir.
Bu yöntem izlenmeden KHK ile görevime son verilmiş olmasının Anayasanın 2. maddesine açıkça aykırı olduğu düşüncesindeyim. Keza, Anayasanın 15. Maddesinin ikinci fıkrasında “savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz” hükmü yer almaktadır. Anayasaya göre, masumiyet karinesi olağanüstü haller ile sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hallerinde bile durdurulamayacak ve ihlal edilemeyecek haklardan biri olarak ele alınmış olmasına rağmen KHK marifetiyle ihraç edilmem Anayasanın 15. Maddesinin ikinci fıkrasına da açıkça aykırı bir işlemdir.
Ayrıca, Anayasanın 129. maddesinde “Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemez” hükmü yer almaktadır. Keza, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 130. maddesinde ise “Devlet memuru hakkında savunması alınmadan disiplin cezası verilemez” hükmüne yer verilmektedir. Söz konusu KHK marifetiyle atılmam neticesinde Anayasanın 129. maddesinde ve 657 sayılı Kanunun 130. maddesinde yer alan savunma hakkım da elimden alınmıştır.
İlaveten, Anayasanın 90. maddesinde “usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmü yer almaktadır.
Ülkemizin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere BM Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 111 ve 158 sayılı Sözleşmelerde yer alan “adil yargılanma” ve “çalışma hakkının korunması” ilkelerine aykırı bir işleme de tabi tutulmuş bulunuyorum. Tüm bunların yanı sıra; olağanüstü hal dönemlerinde kamu hizmetinden çıkarılmaya yönelik işlemler ya da daha yaygın adıyla temizleme işlemlerinin (lustration) demokratik toplum ölçütüne göre gerçekleştirilmesi gerektiği düşüncesiyle bu işlemlerin nasıl yapılması gerektiğine ilişkin Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclis (AKPM) tarafından birtakım kriterler belirlenmiştir.
Kamu hizmetinden çıkarma yaptırımının amacı, olağanüstü hale yol açan tehlikeyi bertaraf etmek olduğundan sınırlarının da bu tehlikeyi bertaraf etmeye uygun olup olmamaya göre çizilmesi gerekir. Oysaki benim ihracım ile OHAL ilanına sebep olan darbe girişimi arasında hiçbir illiyet bağı yoktur. Ben, darbe girişiminden tam 175 gün sonra işimden atıldım. İşten atıldığım günden bu yana tüm çabalarıma rağmen geçimimi sağlayacak bir iş bulamadım.
Olağan koşullarda yabancı dil bilen, bilişim yeterliliği olan, yüksek lisansını bitirmiş kalifiye biri sayılırım. Bireysel olarak yaşadığım ve birçok ihraç edilen kişide gözlemlediğim bu işsizlik durumunun ülkenin geleceğine de zarar verdiği kanaatindeyim. Bu yönüyle kanunen suç olan bir davranışı işlememiş ve bu nedenle hakkında herhangi bir ceza almamış benim gibi bireylerin iş ve üretim ortamından uzak tutulması sadece bireysel bir kayba yol açmamaktadır. İhraç meselesinin bu boyutu bence en önemli boyutudur. Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi (AKPM) tarafından hazırlanan ve hem AİHM hem de Venedik Komisyonu tarafından esas alınan rehber ilkelere göre; lustration işlemleri en azından, bu amaçla kurulmuş bağımsız komisyonlar tarafından yürütülmelidir. Ben adımı KHK’da görene kadar hakkımda bir işlem yürütüldüğünden dahi habersizdim. Yine, komisyon önünde suçlanan kişiye düzgün bir yargılamanın tüm imkanları sunulmalıdır. Bu güvenceler, avukata erişim hakkı, hakkındaki suçlamalara uygun bir şekilde cevap verme, aleyhine gösterilen tüm delilleri görme ve değerlendirme, lehine olan delilleri ileri sürebilme gibi çok çeşitlidir. Bana ve KHK ihraçlarının hiçbirine bu hak tanınmamıştır. Öyle ki, açtığım dava dahi dinlenmemiş, yargı yolu bulunmadığı gerekçesi ile reddedilmiştir. İhraç edilmemden 8 ay sonra Komisyonuna başvuru imkanı tanınmışsa da, bu başvuru öncesinde da suçlamaları ve ihraç gerekçelerini öğrenme imkanı tanınmamıştır. Bu bakımdan etkili bir başvuru yapma hakkım daha en başında kısıtlanmıştır. Bu kapsamda, Komisyonun faaliyetleri esnasında tarafıma isnat edilen suçlamayı, buna ilişkin delilleri ve ihraç gerekçelerini tespit etmesi ve ilgili bilgi ve belgeleri tarafıma göndermesi halinde; ihracımın neden ve gereklerini öğrenmiş olacağım ve işlemin esasına dair açıklama ve savunmamı sunabileceğim.
Şu aşamada sadece ihlal edilen haklarıma dair beyanda bulunmak dışında yapabileceğim başkaca bir izah yoktur. Zira, takdir edersiniz ki, bilmediğim bir suçlamaya dair savunma ve açıklama yapamam mümkün değildir. Olağan hukuka aykırı bir şekilde işten atılmam 1) Masuniyet karinesinin, 2) Kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinin, 3) İdari kararla suç ve ceza inşa edilemez ilkesinin, 4) Sert çekirdekli haklar KHK ile düzenlemez ilkesinin, 5) Suç ve cezanın şahsiliği ilkesinin ve 6) Kanunların geriye yürümezliği ilkesinin açık ihlalidir.
Bu ihraç işlemi olağan hukuk kapsamında 1) AİHM İçtihatlarına, 2) Anayasa Mahkemesi içtihatlarına ve kararlarına 3) Birçok uluslararası sözleşmeye, 4) Cari anayasaya, 5) Yüzlerce temel kanuna (Medeni, Ceza, DMK, 4688, İYUK, vb.) ve hatta 6) OHAL Hukukunun kendisine aykırıdır. Sonuç olarak, yukarıda açıkladığım gerekçeler ve re’sen göz önüne alınacak nedenlerle; mahkumiyet kararı aranmaksızın, görev yaptığım kuruma yeniden kabul edilmemek ve bir daha kamu hizmetlerinde istihdam edilmemek, dolaylı ya da doğrudan görevlendirilmemek üzere kamu görevinden çıkartılmam açıkça yasalara, anayasaya ve tarafı olunan Milletlerarası Sözleşmelere tamamen aykırı olması sebebiyle ihraç işleminin iptali/kaldırılması zorunludur.
Açıkladığım ve re’sen gözetilecek diğer nedenlerle, 679 sayılı KHK ile kamu görevinden çıkartılmama ilişkin işlemin iptal edilmesini/kaldırılmasını, eski görevime aynen iademe karar verilmesini, işlem nedeni ile mahrum kaldığım maaşlarımın yasal faizi ile ödenmesine, tüm özlük ve ekonomik haklarımın iadesine, memuriyetten ihraç edildiğim sürenin fiili hizmet süresine ve hizmet puanına eklenmesine, emekli sandığı keseneklerinin ve kurum karşılıklarının Sosyal Güvenlik Kurumuna ödenmesine karar verilmesini talep ederim.18/08/2017 Sinan OK

1 Nisan 2019 Pazartesi

AKP Neden Kaybetti

31 Mart seçimlerinin sonuçları netleştikçe AKP'nin çöküşü  de netleşiyor. 17 Yıllık iktidarının sonunda; 

Tüm kamusal/devlet imkanları kullanmasına,
Devasa medya ve propaganda araçlarına, 
Sosyal yardım adı altında dağıtılan fırından buzdolabına,
İŞKUR isşizlik sigortası fonu kapsamında yüzbinlerce TYP yararlanıcısına,
Çılgın (çıldırmış:) projelerine rağmen AKP Neden Kaybetti?

Muhtemelen yıllarca tartışılacak bu konunun nedenleri kişiden kişiye değişecektir. 
Ama öngörebildiğim en temel nedenler şunlardır;

1. KÜRT MESELESİNDE YANLIŞ TUTUM AKPYE KAYBETTİRDİ.

AKP'nin Kürt politikasında çizdiği zikzak sonunda ırkçılığa savrulması ve MHP'nin yedek lastiği pozisyonuna düşmesi AKP'ye kaybettirdi. "Kürt Sorunu Yoktur" diyen AKP bitmeye doğru hızlanmıştır. Bu yönüyle "Dolmabahçe Mutabakatı" ve "Çözüm Masasını Devirmenin" AKP'ye maliyeti yüksek olmuştur. 1 Kasım Seçimleri sonrasındaki kent yıkımları AKP iktidarında gerçekleştirilmiştir. Rojava'da Kürt güçleri ile birlikte hareket eden AKP, gelinen aşamada çatışmalı bir süreci tercih etmiştir. Bir milyondan fazla kişinin yaşamını etkileyen bu politika "MHP ile cumhur ittifaki ile taçlanınca" Kürtler AKP'den vazgeçmiştir. Bu başlıkta söylenmesi gereken bir husus da seçilmiş belediye başkanları ve milletvekillerine yönelen haksız hukuksuz tutuklamalardır ve kayyumlardır. HDP'ye oy vermeyen Kürt'ler de bu durumdan rahatsızlık duymuştur. 

2. SURİYE MESELESİNDE YANLIŞ TUTUM AKPYE KAYBETTİRDİ

AKP'nin Suriye Politikasındaki tutumu ve bu politikanın sonucunda Suriye iç savaşının büyümesi, bu alanda ÖSO vb. gruplarla işbirliği ve muazzam bütçe kullanımının AKP'ye maliyeti yüksek olmuştur. Gerek Rusya  gerekse ABD ile tutarsızlık ve riskler içeren dış politika tercihleri  ülkeyi de ekonomik krize sokarken AKP'yi de toplumdan uzaklaştırdı. Gelinen aşamada büyük bir çıkmaz halinde bir Suriye enkazı ile karşı karşıya olan bir ülke Türkiye'dir. 5 Milyona yaklaşan mülteci sorunu ve bu sorunu büyütmeyi vaat eden AKP kaybetmiştir. 

3. TEK ADAM POLİTİKASI AKP'YE KAYBETTİRDİ.

AKP ortaya çıkış koşullarındaki toplumsal dinamiklerine birer birer ihanet etmiştir. AKP'de Bakanlık yapmış ilk hükümet ve sonraki hükümetlerin üyeleri şimdi nerede veya 31 Mart seçimlerinde siyasal tercihleri ne oldu diye bakarsak, bu durum daha net anlaşılır. Yola çıkarken "meşveret" diye yola çıkan AKP, günün sonunda otoriterleşme eğilimini hızlandırdı. Bir çok değerlendirme "diktatörlük" şeklinde yorumladı bu durumu. En son rejim değişikliği; yasama, yürütme ve yargı üzerinde "tek adam rejimi" kurmaya doğru gitti. Hep söylenile gelen "mazlumun zalim olması" durumu AKP'ye kaybettirdi denilebilir.

4. YOLSUZLUK AKP'YE KAYBETTİRDİ.

Yolsuzluğun yaygın olduğu algısı hep kanıksanmıştı ancak son dönemlerde AKP'li bürokrat, vekil ve bakanların ötesinde il/ilçe yöneticilerine varana kadar "mücahitlikten müteahhitliğe" gidildiği söylene geldi. Bu yöndeki algının büyük bir gerçekliğe tekabül ettiği ve toplumun çoğunluğunun buna inandığı ortaya çıktı. Son zamanlardaki ekonomik kriz ile birlikte "yolsuzluk söylemi" büyük bir itirazın temeli oldu.  

5. BÜROKRATİK YOZLAŞMA AKP'YE KAYBETTİRDİ.

AKP 2010 referandumundan sonra bir çok kamu kurum ve kuruluşta "bürokratik yozlaşma" olarak ifade edilebilecek atamalar hızlandı. Gelinen aşamada birçok kamu kurumunda kalifiye olmayan, kurum kültüründen, mevzuatından ve  temel kavramlarından habersiz bir sürü kişi kurumların yetkili kurulları ve makamlarında görevlendirildi. Birçok kurum vekaleten yıllarca yönetildi. Bu kifayetsiz idarecilerin yıllarca süren yöneticiliği sırasında kamu hizmetleri sunumunda muazzam bir geriye gidiş yaşandı. Aynı süreçte kurumlardaki sınav ve kariyer planlamaları AKP'li idarecilerin ve yandaş sendikacıların müdahalelerine açık hale getirildi. Bu durum kamu emekçilerinin adalet duygusunu aşındırdığı gibi kamu kurumlarına olan güveni de azalttı. Özetle bu bürokratik yozlaşma AKP'ye kaybettirdi.

6. AKP'nin İSRAF POLİTİKASI AKP'YE KAYBETTİRDİ.

Birçok kamu kurumunda yeni bina yapımı, taşıt alım politikası, taşeron uygulaması, kiralamalar ve temsil tanıtma giderleri ve bu adlar altında yapılan devasa harcamalar kamuoyunu bıktırdı. ÖTV gibi vergilerin günlük tüketim kalemlerinin mazot, benzin ve telefon gibi girdilerdeki payı yurttaşın ekmeğini küçülttü. "Saray ve israf" başlıklı tartışmalar ve bunların gittikçe yaygınlaşması yoksulluk  ve işsizlik ile cebelleşen halktan tepki gördü. Halk yoksulluk ile cebelleşirken saray eşrafının şatafatı AKP'ye kaybettirdi. 



7.  KUTUPLAŞMA ve DİNİN SİYASETE ALET EDİLMESİ AKP'YE KAYBETTİRDİ.

AKP kutuplaşmada ve halkı iki gruba ayırmada tarihi bir misyon biçti kendine. Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar ikiye ayrılan toplum referandumda iyice kutuplaştırıldı. "Taraf olmayan bertaraf olur" yaklaşımı AKP'nin temel söylemi haline gelirken neredeyse AKP'li olmayan herkes terorist olarak kodlandı. Toplumun yarısına hiç çekinmeden terör damgası vuran ve bunu son zamanlarda yoğunlaşan "Dinin siyasete alenen alet edilmesi" de "gömlek değiştirme" iddiasının yerini "takiyye iddiası" aldı. Toplumun çoğunluğuna terör yaftası ile yaklaşan tutum, kaybetmiştir. Kabataş, Ezan'a ıslık ve Yeni zellanda görüntülerinin kullanımı toplumdan ters tepti. 


8. OHAL  VE KHK UYGULAMALARI AKP'YE KAYBETTİRDİ.

OHAL/KHK'ler ile AKP milyonlara varan sayıda yaşamı alt üst etti. Sadece  KHK'ler ile 120.000 kişiyi işten atan AKP bu nedenle 100'den fazla kişi intihar etti. Bu kapsamda 81 ilden AKP'ye yönelen öfke referandumda ilk işaretlerini vermişti. 31 Mart'ta AKP'nin seçimleri kaybettiği yerlerde yoğun ihraçların yaşandığı bilinmektedir. 

9. AKP'NİN KADIN VE ÇOCUK POLİTİKASI AKPYE KAYBETTİRDİ.

17 yıllık uygulamaları sırasında AKP kadın karşıtı söylemi hep bir ana akım ideoloji olarak taşıdı. Ancak son yıllarda bu söylemin somut kurumsallaştığı söylenebilir. Gerek 4-4-4 eğitim sistemi tartışmaları gerekse kadın kurumlarına yönelen kapatma ve dönüştürme siyaseti, kürtaj politikası, müftü nikahı tartışmaları vb. tartışmalarda kadın karşıtı söylem ters tepti. "Pozantı, Ensar, Çocuk Evlilikleri" "cezaevlerindeki çocuklar" vb. tartışmalarda çocuk politikası AKP'nin eleştirilen politikası oldu. 

10. İŞSİZLİK/YOKSULLAŞMA AKP'YE KAYBETTİRDİ. 

"Darbe Hukukunun" sui istimaliyle ortaya çıkan demokrasi krizi derin bir ekonomi krizi ile sonuçlanmıştır. İşsizlik, enflasyon, faiz iki haneyi geçmiş, dolar 4,92, Euro 5,70'e yükselmişti. 24 Haziran sonrasında 7-8 bandı arasında ortaya çıkan kur krizi etkisiyle iflaslar, işsizlik ve rezerv/ kredi sorunu AKP'nin inandırıcılığını ortadan kaldırdı.

"Patates-Soğan, bay bay Erdoğan" durumunun nedenleri özetle budur." Erdoğan "HDP'nin hala neden oy aldığını anlayamadığı için mi"  yoksa "Siyasal tercihlere saygı da AKP seçmeni dışında hiç kimseye saygısı kalmadığı için mi kaybetti... Saymakla bitmez... Şimdilik aşağıdaki 10 Temel Neden yeterli... 


Kayyum siyasetinin çuvalladığını İstanbul Sonuçlarına bakarak görebilirsiniz. 






3 Şubat 2019 Pazar

Gökte Hileli Hilal, Bız’e de Hepsi Helal: Seçmen Rüyalarından Seçmeler



19 yıl önce üniversite okumak için gittiğim Ankara’dan 19 gün önce ayrıldım. Yakinen tanıyanlar bilirler 750 gün önce, “6 Ocak 2017’de” 679 sayılı OHAL KHK’siyle, İŞKUR’daki işimden herhangi bir gerekçe sunulmadan haksız bir şekilde işten atıldım. O gün bugündür de herhangi bir açıklama yapılmadı. Gerekçe sunulmadı. Mahkemeye gitmem de yasaklandı. OHAL zımbırtısının sonucunu beklerken yıllar geçti. 
Velhasıl üniversite okuduğum, işe girdiğim, onlarca güzel insanın çoğuyla vedalaşmadan yıllar geçirdiğim Ankara’dan ayrıldım. Ayrıldığım günden bu yana Ankara’daki hatıralarla ilgili ilginç rüyalar görüyorum. Rüyamda bazen Gazi Üniversitesinde bazen Cebeci kampüsünde bazen de İŞKUR işlerinde kendimi yakalıyorum. Geçen gün yine kanepede uyuklarken kabusla karışık bir rüya gördüm.
Rüya 2000 yılında başlıyordu. Ders kaydı sırasında Memur’un belgelerimi incelerken “5 gündür kayıt yapan tek Van’lı sensin” değerlendirmesi karşısında, geriye dönüp “kuyrukta Van’lı kimse var mı” diye bakıyorum. Bir de ne göreyim, 31 Mart seçimlerinde AKP’den aday olan M.S. de kuyrukta. Memura dönüp yanıt veriyorum. “Tek Van’lı ben değilim” “Arkadan gelen Van’lılar da var.” diyorum. Memur biraz da sırıtarak “Van’lı olduğuna emin misin” diyor. Ben de inat ediyorum. “Bekleyelim kendisi gelsin belgelerini versin” diyorum. Memur “Ama o senden 7 yıl sonra gelecek” diyor. Rüyada olduğumu anlar gibi oluyorum. 
Memura dönüp baktığımda bu sefer Cebeci’de giriş katında bir eve doğru yürürken buluyorum kendimi. Arkamda yürüyen kişi ise yine M.S. “Sanki hiç tanışmamışız gibi” yanıma yaklaşıyor ve “Merhaba abi” diyor. Ben de “Merhaba kardeşim” diyorum. “Hayırlı olsun” diyorum. “Sağ ol ama çok sorun yaşıyoruz” diyor. “Yaşıyoruz derken, Siz kimsiniz?” diyorum. “Biz’ler çok doğuluyuz” diyor. “Nasıl yani? Şarkiyatçılık tartışmasında tarafım belli” derken rüyamda uyanıyorum. 
Yine Cebeci’deyim. Ev 1+0, yani salonsuz bir ev, ama misafirler var her karede. Duvarları gazete yazıları kaplamış. Dönem “Taraf Gazetesi” dönemi… “liberal olmayanı dövüyorlar memlekette”. AKP dahil herkes liberal. Ankara’da Gazi Üniversitesi hariç her yer liberal fokurduyor. Yataktan doğrulurken “başımıza ne gelirse bu liberallerden gelecek” diye düşünüyorum. Mutfağa doğru yürüyorum. Boğazım kurumuş. Oda da kaç misafir var bilmiyorum. Basmadan geçmeyi başardım. Mutfağa doğru gidiyorum ve bi bakıyorum mutfakta M.S. “Merhaba” “Sen de mi rüya gördün” diyorum. “Abi hiç sorma, sınıfta Biz’den bir arkadaşı aldılar” dedi. “Siz kimsiniz ki?” diyorum. “Biz çok doğuluyuz” diyor.
Nasıl olduğunu kavrayamadan yeniden kendimi bu sefer Gevaş’ta karla karışık bir günde çizmesiz ve çarşıda yürürken yakalıyorum. Çoraplar sadece ıslak değil aynı zamanda çamura batmış. Sol’umda duran kişi “Ayakkabıdan değil kardeşim” “yanlış yol’dan girilmiş bu ilçenin kaydı”, “16 yıldır bitirilemedi” diyor. Ne dediğini anlamaya çalışırken Sağ’ımda duran levhadaki ilan dikkatimi çekiyor. İlanda “artık tanımadığım birinin resmi var ama ben sesini de hatırlamıyorum bu resmin. Çok kilo almasından mı, yoksa anlayamadığım bir dilden konuşmasından mı” bilemedim. Son cümlesi "Hayır, o biz'de ben yoktum zaten diyor". Ne yapmaya çalıştığını gerçekten çözemiyorum levhanın. 
Bir türlü rüyadan çıkamamanın verdiği huzursuzlukla uyanayım derken daha da kötü bir ana gidiyorum. Sene 2004, AKP yeni kurulmuş, AB ilerleme reformları gırla, Türkiye aday ülke oldu diye 40 gün 40 gece “Kopenhag kriterleri” kutlanmış... Biz’de mezun olmuşuz. Memnun olmuşuz, hatta abartıp KPSS ile memur olmuşuz. Bir masanın etrafındayız. Masanın etrafında anadili Kürtçe olmayan 3 kişi ve anadili Kürtçe olan 3 kişi varız. Anadili Kürtçe olmayan 3 kişi “tek bir ağızdan” “Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürtçe denilen yansımalar Farsça’nın uzantılarıdır” tartışması yürütüyor kendi içinde. Anadili Kürtçe olan 3 kişiden sadece 1’i açıkça “Ben varsam Kürtçe de vardır” diyor. 1’i sıkılarak “Ama benim annem başka bir dil bilmiyor ki” diyor. Diğeri ise susuyor. Hangi taraf baskın çıkarsa “o tarafa katılıyor” susan. Rüya değil bir tür eziyete dönen uyku son bir soruyla son buluyor. Kürtçe’nin varlığını varlığıyla ortaya koyan kişi, anadili Kürtçe olmayanlara şunları soruyor. 1) Siz Kürtçe bilmiyorsunuz 2) Aynı zamanda Farsça da bilmiyorsunuz. 3) O zaman bilmediğiniz 2 dilin aynı olduğunu hangi ahlaka dayanarak iddia edebiliyorsunuz? "3 kişinin ağzı birleşip" susan kişinin nefesinde yüzüme üfürülüyor. 
Bu soru karşısında “anadili Kürtçe olup susan kişinin dili” çözülüyor. “Çünkü Biz Çok Doğuluyuz” diyor. “İş, Asfalt, Özgürlük” diyor. “Artos erek kardeştir, ayırım yapan kalleştir” diyor. “Valla listeleri gördüm ama ben hazırlamadım” diyor. “16 yıl ne ki? Biz sanayi 4 sıfırla başlayacağız” diyor. “Gökte 3 hilal, bıze de her şey helal” diyor. Ses nereden geliyor diye bakmaya çalışıyorum. “Beynim, boynumu rahat bırakmıyor.” Rüya’dan uyanıyorum. Pencere’den yağan karın durduğunu görüyor ve baharı düşünüp rahatlıyorum.  


27 Ocak 2019 Pazar

AKP'ye OY VEREN KÜRTLER MHP'YE OY VERECEK Mİ?


Milyonlarca Kürt seçmenin MHP üzerine tutumu belirli aslında. MHP’nin yüzde 5’i aşabildiği Kürt kenti yok gibi. 24 Haziran seçimleri sırasında ittifakın sunduğu imkan sayesinde önceki seçimlerde AKP’ye oy veren MHP’liler, kendi partilerine ve dolaylı olarak AKP’ye oy verebildiler. Net bir toplumsal gerçeklik varsa özetle şudur: “Kürtler baskın çoğunlukla MHP’ye oy vermiyor”  Bu tutum MHP'nin söyleminden de bağımsız değil elbette. Yeni olan durum AKP'nin MHP'yi iktidara taşımaya çalışması. 1 Kasım seçimlerinde başlayan bir ortaklık dönemi 24 Haziran sonrasında ete kemiğe büründü. Neredeyse AKP değil MHP iktidarda gibi politikalar uygulanıyor. 
AKP’nin sıradaki görevi ise “yerelde bitmiş olan MHP’ye” yeniden can suyu vermek. Peki AKP’ye oy veren Kürtler "bu göreve" aracılık edecekler mi?

Birçok değerlendirme, bu yerel seçimlerde AKP’nin 89’da yaşanan "ANAP sendromunu" yaşayacağı yönündeydi. Bunu gören AKP öncelikle baskın bir seçimle genel seçimleri öne çekti. Yaşanan derin ekonomik krizi ise şimdilik pansuman müdahaleler ile erteleme girişimleri var. Yerel seçimin yaşanan  ve daha büyüğü hızla yaklaşan ekonomik felaket krizinin sonuçlarından bağımsız olamayacağı şimdiden söylenmelidir. Soğan lobisinin! iktidar karşıtlığını aşan ciddiyette işsizlik, faiz, enflasyon artışının önüne geçilmiş değildir.
Ancak ekonomik gerekçeler dışında birçok faktör önceki seçimlerden farklıdır. Bu yazıda Kürt seçmenlerin Cumhur/Kızılelma ittifakı için muhtemel itiraz noktaları derlenmeye çalışılmıştır. 

Ekonomik temel ve genel geçer itiraz noktaları bu yazıda belirtilmese de herkes için geçerli, Kürt seçmenler için daha da geçerlidir. Ancak Ankara ve İstanbul gibi yerlerde “AKP’ye oy veren Kürt seçmenlerin”  MHP ile kurumsallaşan işbirliğine nasıl bir tepki göstereceği, seçim sonuçları kadar önemli ve seçim sonuçlarını da etkileyecek bir gelişme olacaktır.
2015 yılından bu yana çözüm sürecinin terk edilmesi sonrasında;

1. “Kürtçe’ye dair yapılan müdahaleler” Kürt seçmenlerin en çok itiraz ettikleri noktaları oluşturacaktır. BDP’li belediyelerin başlattığı “çok dilli belediyecilik” çalışmalarına karşı yönelen kayyumlar, neredeyse her yerde Kürtçe’nin görünürlüğüne karşı bir faaliyet içerisinde oldular. Belediye faaliyetleri dışında, yol-yön tabelaları, yer isimleri ve diğer  Kürtçe içerikler ya kaldırıldı ya da kısıtlandı. Gerek TBMM konuşmalarında “bilinmeyen dil” vurgusu, gerekse sosyal yaşam içerisinde özellikle işçilerin, pazarcıların, sıradan yurttaşların Kürtçe konuşmasına yönelen saldırı, bu konuda Kürtlerin itiraz noktasını oluşturacaktır. Aslında “Barış Süreci’nde” aşılmaya çalışılan “eski” alışkanlıklar[1] 7 Hazirandan önce başlayan süreçle eski hali aratır olmuştur. Önceki seçimlerde ve seçim programlarında Kürtçe’yi propaganda amaçlı kullanan AKP, bu seçime MHP perspektifi ve uygulamaları ile gelmiştir. Kürtler MHP’ye oy vermiyorsa[2]MHP adaylarına oy verir mi sorusu Kürtçe’ye yaklaşımı bu şekilde olanlara bir ikaz olarak sandığa yansıyacaktır.

2. Türkiye’de ulusal basım yapan Kürtçe gazeteler kapatılmıştır. Kürtçe’nin yayılması ve doğal gelişimi kısıtlanmıştır. Bu yöndeki girişimler fiili olarak engellenmiştir. 

3. Kürtlerin mezarları, anıtları (Roboski, Uğur Kaymaz vb.) ve birçok temsili, Kayyum-AKP faşizmine maruz kalmıştır. Mezar tahribi resmi olarak yalanlanmamıştır.

4. Sur-Cizre-Nusaybin ve daha birçok yerde Kürt kentleri yok edilmiştir. Birçok kutsi değere saldırılar gerçekleştirilmiştir.

5. HDP milletvekilleri, il-ilçe teşkilatları anayasaya aykırı bir şekilde tutuklanmıştır. Bir çoğunun tutuklama süresi alacağı en ağır cezanın süresini geçmiştir.

6. BDP belediyeleri hukuka aykırı bir şekilde gasp edilmiş kayyum atanmıştır. Halkın seçimine darbeci bir yaklaşımla müdahale edilmiştir. Bu hukuk dışı uygulama AKP tarafından hala savunulmaktadır. Örneğin Van Büyükşehir'e 2 yılda 3. kayyum atanmıştır (Sırasıyla Taşyapan, Zorlu, Bilmez). 

7. OHAL yasakları Kürt yerleşim yerlerinde sıkıyönetim gibi uygulanmış ve OHAL’den önce başlayan sokak yasakları “yaşamı yasaklayan sürece” dönüşmüştür. Bu konudaki keyfilik ve hukuksuzluk hala devam ettirilmektedir. 

8. Irak ve Suriye’de Kürt kazanımlarına yönelik iktidarın saldırıları ve diğer çabaları Kürtlerin nezdinde mahkum edilmiştir.

9. İşsizliğin en yüksek olduğu bölgelerin Diyarbakır-Urfa bölgesinde olması, bölgesel gelişmişlik uçurumlarının derinleşmesi, 17 yıllık iktidara rağmen en geri kalmış illerin Muş, Ağrı ve Şırnak olması ve göç vermesine rağmen bölgede devam eden yoksulluk ve işsizlik AKP’nin bölgeye bakış açısını göstermektedir. Son 3 yılda 200 bin kişi bölgeden göç etmiştir. 

10. “Çözüm sürecinden” “AB sürecinden” “Demokratikleşmeden[3]” vazgeçen bir AKP günün sonunda ayakları altına aldığını deklere ettiği[4] bir siyasete teslim olmuş durumdadır. Bir dönem söylem düzeyinde bile olsa paket paket demokrasi taşıyan AKP günün sonunda "kurt'a kuyruk" oldu...

AKP bir bütün olarak Kürt seçmenleri gözden çıkarmış gibi... Bakanlar, Bakanlıklara yapılan atamalar ve kullanılan söyleme kadar önceki dönemlerde “vitrinlik kürtlerin herhangi bir şekilde” AKP içinde yer bulmamasına kadar, Hakkari ve Diyarbakır’da kayyumların yeniden aday yapılmasına kadar ve tabi ki çözüm sürecinden uzaklaşmaya devam edilmesine… Acaba AKP’ye oy veren Kürt seçmenler ne diyecek! MHP’nin yerelde iktidarına onay verecekler mi?  

Bu sorular sadece İstanbul'da Beşiktaş, Maltepe ve Silivri'de veya Ankara'da  AKP'nin aday çıkarmadığı yerlerde değil; tüm Türkiye genelinde AKP'ye oy veren seçmenlerin yanıt aradığı sorular olacaktır. AKP; Adana, Mersin, Osmaniye ve Manisa’da, MHP ise İstanbul, Ankara, İzmir, Erzurum, Denizli, Muğla, Aydın’da aday çıkarmayacak. MHP'nin önceki yerel seçimlerde alamadığı birçok belediyeyi AKP Kürtlerin oylarına talip olarak vermek istemektedir. 1 Nisan sabahı bu soru da yanıtını bulmuş olacak. 
(Not: Yazı 31 Mart seçimlerinden önce kaleme alınmıştır.)

Öne Çıkan Yayın

DEM PARTİ MÜŞAHİDİ OL!

  İYİ BİR MÜŞAHİT NE YAPSA DAHA İYİ OLUR   İyi bir müşahit “müşahede altında olan ülkenin” tarihi seçiminde görev alacak sandık kurulu üyesi...